Cahit’le Günlerimiz

İçlerinden ikisi çoktan rahmetli olan yedi gencin “Yedi Meşale” adlı şiir kitabı, rahmetli muallim Ahmet Halit’in yeni kurduğu kitabevinin yayınları arasında, 1928 yılının bahar aylarında çıkmıştı. “Yedi Meşale”‘nin hızı, aşkı ve şevki, Yusuf Ziya Ortaç’ın bu gençleri etrafına toplayarak çıkardığı “Meşale” adlı dergiyle aynı yılın yazında da devam etmiş, güz gelmiş ve okullar açılmıştı.

Ben, 1927-1928 ders yılını Galatasaray’ın lise birinci sınıf öğrencisi olarak tamamlarken, belki bütün bu şiir çalışmalarının sonucu olarak, 1928-1929 ders yılında da aynı sınıfın öğrencisi olmaya, utançla karışık bir hüzünle, kırık bir haysiyetle hazırlanıyordum. Şimdi, o sınıfı bana bir kez daha yaşattığı için, böylece şairlerin, arkadaşların, tek kelimeyle insanların en iyilerinden biri olan riyaziyeci Dellou’nun, o rakam adamının sınıf döndürücü rakamı atmış mübarek elini – o el toprak olmadıysa şayet – öpmek istiyorum.

Sınıf dönmenin utancını en çok duyacağım ders, Fâzıl Ahmet Aykaç’ın verdiği edebiyat dersi olacaktı elbette. Geçen yıl onun öğrencisiyken, arkadaşlar “Yedi Meşale”den şiirler okumuşlardı ona. Böylece, şiir yazdığımı, hiç istemediğim halde, öğrenmiş oldu. Artık onun gözünde ben, sınıfta kalmış bir şair taslağından başka ne olabilirdim ki? Allahtan ki, onun da mebus seçileceği söylentileri dolaşıyordu. Bu umutla ve Ankara’ya bir an önce gitmesi dileğiyle, dersinden kaç kere kaçtım.

Ama o, öğretmenlikten bir türlü ayrılamıyor, benimse dersten kaçmam gittikçe zorlaşıyordu. Nihayet yüzümü kızdırıp bir dersine girmiştim. Eski sınıfımdaki yeni arkadaşlarımdan birçoğunun koridorlarda, bahçelerde karşılaşa karşılaşa tanıdığım yüzleri arasında dikkatimi çekmeyen bir yüze, hayatımda ve edebiyatımızda ne büyük bir yer alacak sanatçının yüzüne o gün, o derste ilk defa dikkatle bakacak, sesini duyacaktım.

Fâzıl Ahmet, yeni öğrencilerinin edebiyatla ilgili düzeylerini ölçmek için zekice bir yöntem bulmuştu: Her öğrenciden, Türkçe olsun, Fransızca olsun, sevdiği bir şiirin bütününü veya bir parçasını okumasını istiyordu. Bir kısmı öğrenci, eski ezber derslerinden faydalanarak bir şeyler okuyor, bazıları mısralarla hatta manzum atasözleriyle yetiniyordu, tek tük de öğretmenimiz o hakkı tanıdığı için “ezber şiir bilmiyorum” diyerek, kalktıkları gibi oturanlar oluyordu. İşte bu ders, sırasının gelmesiyle, az kesik bir ses, arkamdan doğru, Lamartine’in “L’Isolement” adlı ünlü şiirini heyecanla okumaya başlamıştı.

Souvent sur la montagne, à l’ombre du vieux chêne,
Au coucher du soleil, tristement je m’assieds ;

Bu şiir, o sınıf için bir şeydi; ilgilenerek arkama, belli etmeden bakmıştım. Esmer, arkaya taranmış, siyaha çalar saçlı, ince dudaklı, üst dudağıyla ufak burnunun arası biraz fazla açık, kulakları kabarık, alnı darca, bütün güzelliği koyu kestane, Moğolumsu çekik gözlerinin biraz hüzünlü manasında toplanmış, ufak tefek, temiz giyimli, çoğumuzun aksine, kravatlı bir gençti. Halinde, duruşunda bir azim okunuyor; tipi, sol yanağındaki Diyarbakır çıbanının irice izi onun, hiç değilse, İstanbullu olmadığını söylüyordu.

Eski sınıfımı doldurmuş yeni arkadaşlarımdan, isimlerini bile bildiklerim vardı. Hemen hepsi okulun eskileriydi. 1106 Cahit Efendi diye bildiği şiirlerden birini okumaya davet edilmiş öğrenciyse, Galatasaray’ın yenisi sayılırdı. O, imtihan vererek, ortanın son sınıfına girmiş, şimdi de lise 1’e geçmişti. Bu bir yıllık Galatasaraylılık, ona, arkadaşları arasında, bir lakap kazandırmaya yetmişti bile: Faşist!

Galatasaray’dan önce devam ettiği Kadıköy Saint-Joseph Fransız Lisesi’nin, anlaşılan, iyi öğrencilerindendi. Sınıfta, öğretmen bir şey sorunca hemen atılıyor, parmak değil de, el kaldırıyordu. Galatasaray’da da, alışageldiği gibi devam etmek istemiş, ikide bir el kaldırayım derken, faşistvari selamlar vermişti. Ama Cahit, Galatasaray usullerine; sual, doğrudan doğruya kendisine sorulmadıkça cevap vermemeye çabucak alışmıştı. Yeni geçtiği sınıfta, bu lakabı sanki çoktan unutulmuş, tutmamış göründüğü gibi, kendisi de çoktan Galatasaraylı olmuş görünüyordu.

Şimdi, Galatasaray’ın o yılki lise birinci sınıfını; benim yine kendim gibi bir “çakmış” la paylaştığım, kapıya yakın sırayı, bütün o sıra topluluğunu gözlerimin önüne getirmeye çalışırken, Cahit, tam arkamızda mıydı, yoksa, aramızda bir sıra var mıydı diye düşünüyorum: Aramızda bir sıra yok muydu ya; herhalde, doğrudan doğruya, elime vermekten sıkıldığı şiirini, arkamızdaki sırada oturan bir arkadaş vasıtasıyla göndermemiş miydi bana? Demek, daha önceden, belki Saint-Joseph’ten beri, şiire heves ediyor, şiir yazmayı deniyordu.

Bana verdirdiği şiir, yanılmıyorsam, üç kıtalık, epey kötümser ve şüphesiz, acemiceydi. Adını, bir mısraının bir parçasını olsun hatırlamıyorum ama altındaki imza iyice hatırımda: Pirinçcizade Cahit Sıtkı. Soyadı Kanunu’nun çıkmasına, Cahit’in, Tarancı olmasına daha yıllar vardı. Yalnız, Lâtin harfleri kanununun yürürlüğe girmesine pek az kalmış, Meşale dergisi, Arap harfleriyle dizilmiş makalelerin ortasına, arasıra, deneme ve alıştırma olarak, Latin harfleriyle dizilmiş şiirler koymaya başlamıştı. Çok geçmeden de Meşale kapanmış, Pirinççizade’nin, dergiyle daha çok ilgilendiği ve Yusuf Ziya’yı daha sık gördüğü için Yaşar Nabi’ye vermiş olduğum şiirinin yayınlanmaya değer olup olmadığının konuşulmasına bile gerek kalmamıştı.

O yıl, o sınıfta, Cahit’le dostluğumuzun belki yalnız tohumu atılmakla kaldı. Bunda, benim o yıl, nihayet ikinci defa okuyacağım dersleri, yatılı olarak okumaya güya ihtiyaç görmediğimden, bütün lise hayatımda ilk ve son defa gündüzlü oluşumun da büyük payı vardı. Sonra, henüz hiç bir şiirini yayınlayamamış bir Cahit Sıtkı’nın yanında ben, iyi, kötü, bir Yedi Meşale şairi değil miydim? Cahit’in yanında kendimi yüksek gördüğümü itiraf edeyim.

Dostluğumuz asıl ertesi ders yılıyla gelişmeye başladı. Lise 2’ye geçtiğimizde, yeni sınıfımızda, herkes kendine yer beğenir, çalışkanlar önleri, daha az çalışkanlar daha gerileri seçerken Cahit’le ben, birbirimizi çekmiş gibi, bir sırada yan yana buluverdik kendimizi. Yine kapıya yakın bir sıraydı. Ama artık ben yeniden yatılı olduğum için iş sırayla, sınıfla kalmıyor, yemekhane, yatakhane, tam manasıyla okul arkadaşlığı başlıyor, günler ve gecelerimiz geçiyordu bir arada…

O, iple çekilen denilen haftabaşlarını sanki aynı ipin ucundan tutmuş, beraber çekiyor, cumartesi günleri, tatlılı öğle yemeğinden sonra, yeni elbiselerimizi giymek üzere, önce yatakhaneye, sonra, tıraş olmuş, şıklaşmış, bütün haftanın ders sıkıntılarını, okul içinde giydiğimiz eski elbiseleri dolabımıza tıkıvermekle unutmuş, hafiflemiş uçarcasına mesut, Beyoğlu Caddesi’ne çıkıyor, bir buçuk günlük hürriyetimize kavuşuyorduk.

Yaz tatilleri Diyarbakır’a giden Cahit, hafta tatillerini, dayısı, Cumhuriyetimizin ilk Nafia vekillerinden Feyzi Bey’in, Kadıköy’de, tramvay caddesinde, Altıyol’a varmadan sol koldaki evinde geçiriyordu. Biz de o tarihlerde Feneryolu’nda oturduğumuzdan, biraz, aynı semtli sayılabilirdik. İmtihanlara yakın, Cahit’le çalışmak üzere, belki dört beş kere gittiğim; şimdi, önünden o günleri hatırlamadan geçemediğim evden, Cahit’in, en yukarı kattaki aydınlık odasını, çok sevdiği yengesini, yine çok sevdiği emektar bir hizmetçiyi hatırlıyorum.

Cahit’in bir ara yazdığı ve hepsini Cumhuriyet gazetesinde yayınladığı hikâyelerin en güzellerinden biri olan “Bir Kış Gecesi” adlısının, bu evin havasını taşıdığını, bende, bu evden ilham alınarak yazılmış tesirini bıraktığını da, yeri gelmişken, ilave edeyim. O üst katın aydınlık odasında, şiirlerinde lüzumsuz bir kötümserlikten henüz kurtulamamış Cahit, derslerden yana hep iyimser davranıyor, “bak, göreceksin, nasıl geçeceğiz” diyordu. Ve ben, âdetimden şaşmayarak, hep ikmalle de olsa, neticede ikimiz de terfi ediyor, bu sefer, artık son sınıfın bir sırasında yan yana oturuyorduk.

Bu arada, arkadaşımın biyografisini, aile durumunu da öğrenmiş bulunuyordum. Göbek adı Hüseyin’di. Ama bu Hüseyin’le Cahit yan yana gelişi rastgele değildi. Hüseyin Cahit Yalçın’ın hayranı olan babası, ya da başka bir akrabası vermişti bu adı ona. Babasının adı Sıtkı, annesininki Ârife idi. Hüseyin Cahit, aynı zamanda amcazade olan bu karı-kocanın ilk evlatları olarak, 1910 yılının güz aylarından birinde (ya Ekim, ya Kasım, ne yazık ki, bu ayı, hele günü unutmuşum) doğmuştu. İki kız (Nihâl’le Hilâl) ve iki erkek (Halit’le Yılmaz) kardeşi vardı. İlk şiirlerinden olup ilk kitabı “Ömrümde Sükût”a aldığı, İstanbul’da gurbet yıllarında yazılmış “Odamda Sükût” adlı şiirinin, ilk,

Tavan, bir anne gibi eğilmiş üzerime,
Duvarlar, etrafımda, kardeşlerim gibidir.


beytinde kardeşleşen dört duvar, bu dört kardeşti herhalde. Evleri, çok sonra, “Akıbet” adlı şiirinde adını edeceği “Camii-kebir mahallesindeydi. Bana anlattıklarından, hayalimde küçükken, Birinci Dünya Harbi’nin son yıllarında, daha elimizden çıkmadan gitmiş olduğum Halep’in evleri canlanıyordu: “Gösterişsiz bir cephede açılmış küçük bir kapıdan girilince bir avlu, ortasında bir havuz, avluya bakan, çepeçevre balkonlu odalar…

Bilmem, Cahit’in evi de böyle miydi? Hastalığından sonra, bu baba evine yapılan ziyaretleri anlatan yazıları okurken, hayalimdeki evin gerçektekine pek aykırı düşmediğini gördüm. Kendisi, yüzmeyi, bu evin avlusundaki havuzda öğrendiğini söylüyor; yaz geceleri, biraz serinlemek için, bu evin, taraça halindeki damına çıkılıyor, hatta orada yattıkları oluyor ve yıllarca sonra, bu gecelerden, “Ömrümde Sükût” taki, şöyle başlayan, “Gece Bahçelerinde” adlı şiir doğuyordu:

Gece bahçelerinde
Işıldayıp da bazan,
Olgun meyva halinde
Sallanırken yıldızlar.


Hemen hemen ayni sıcak, yıldızlı gökler altında yaşamış, Bağdat’lı Ahmet Haşim’le, Diyarbakır’lı Cahit Sıtkı yıldızlara bakarken hemen hemen aynı şeyleri duymuş olacaklardı. Babası, o tarihlerde, daha Pirinççi zade diye anıldığı anlaşılan Sıtkı bey, pirinç tarlaları da olan, zengin; oğlu Galatasaray’da okuduğu sıralarda, arkadaşım, babasının, Dodge otomobilleri acentesi de olduğunu söylediğini hatırladığıma göre, geniş anlamda bir tüccardı. Ailenin, Diyarbakır’ın eşrafından denilebilecek bir asaletle asil ve eski bir ailesi olduğu anlaşılıyordu. Yine “Ömrümde Sükût” taki ilk şiirlerinden birinin son:

Zaman, bir kuşak gibi;
Sarıl sarıl bitmiyor.


Beytini iyi anlayamadığımı kendisine söylediğim zaman, bunun, hayal meyal hatırladığı bir dedenin o eski zaman kuşaklarına döne döne sarılışının çocuk hafızasındaki hatırasının canlanışından başka bir şey olmadığını söylüyordu.

İlk öğretimini Diyarbakır’da tamamlamış, sonra İstanbul’a gelerek, demin söz konusu ettiğim dayısının Kadıköy’deki evine yakın olan Saint Joseph Lisesine girmiş, orada dört yıl okuduktan sonra, imtihanla Galatasaray’a geçmişti. “Harmonies poétiques et religieuses” şairinden ezbere parçalar okuyabildiği halde, ya bir frerler okulu öğretiminin özelliğinden, ya da sırası gelmediğinden, “Les Fleurs du mal” şairini okumamıştı henüz.

Baudelaire’i ona tanıtan Galatasaray oldu. Bu tanışmayla, Cahit aradığını bulmuştu. Fotoğraflarındaki ve portrelerindeki gözleri, Cahit’in gözlerine -Cahit’inkiler daha içli ve çok daha merhametli olmak üzere- benzeyen Verlaine’le birlikte, Baudelaire onun artık en sevdiği, daha başkasını sevemeyecek kadar sevdiği şairlerdi.

Bu son sınıfın sırasında, Cahit’in gözünde, Baudelaire ile Verlaine’in, nice şiirleri ezber bilindiği halde, yine de sık sık açılmadan edilemeyen kitapları, ayrı bir köşede duruyor, hafta başları izinli çıktığımızda Hachette kitabevine uğramadan edilmiyor, Baudelaire’in, manzum ve mensur, bütün şiirlerini, bütün yazdıklarını bildiğimiz, sandığımız halde, orada, rafların birinde, bir de, “Vers retrouvés”ine rastlıyor, ben hemen uzanıp kitabı alıyor, Cahit hemen ilk sayfalarını karıştırıyor, başlardaki şiirlerden birinin ilk mısraını, bana, hayranlıkla okuyordu:

Je rêvai cette nuit qu’il me fallait mourir.

Kitabı, başka müşteriler görüp elimizden alacaklar, kapacaklarmış gibi acele, veznenin yanındaki paketleme masasına koşturuyor, acele, parasını ödüyor, kitabevinden kaçırıyorduk adeta. O kitap, şimdi, kitaplarım arasında, alındığı gün bembeyazken, sapsarı kesilmiş kapağıyla, şiir dünyasında ilk adımlarımızı attığımız çağın saf heyecanını, en aziz ve mukaddesi, Cahit’in hatırasını taşıyarak duruyor.

Cahit’in, böyle, elinden düşürmeyeceği, hiç olmazsa, sırasının gözünden eksik etmediği kitaplar arasında, Ad. Van Bever’le Paul Léautaud’nun, yine, Cahit’in sevgililerinden Apollinaire’le başlayıp daha birçok sevgiliyle devam eden antolojisi vardı. Bu antolojinin de birinci cildi bende kalmış. Sevdiği Türk şairleri arasında da, o zamanlar hemen herkesin sevgilisi Ahmet Haşim’le Yahya Kemal’den başka, yine o zamanlar, bir genç şair, Necip Fazıl Kısakürek vardı. Henüz tanışmamış olduğu Necip Fazıl’a, hayranlığını belirten bir mektup yazdığını ve sevinçle aldığı cevabını hatırlıyorum.

Galatasaray’ın son sınıfında, bu son yılda, Cahit’in şiir denemeleri, en çok, “Muhit” dergisinin istidatlar sahifesinde, bir de Lisenin, Akademi adlı dergisinde çıkardı. Halit Fahri Ozansoy’un edebi başkanlığı altında, her genç istidada kucak açmış Servetifünun’da da birkaç şiiri çıkmıştır sanıyorum.. Ama daha çok, “Muhit” koleksiyonlarını karıştıracak olanlar, o ilk şiirleri, uçmak için çırpınan bir yavru kuşun kanatları gibi duyabilirler. Bütün bu şiirler, yayınlanmak mutluluğuna ermeden önce, yanı başımda, sarı yapraklı bir müsvedde defterine yazılıyor, çiziliyor, yeniden yazılıyor, nihayet, bana, çoğu zaman, mütalaa sonları yemeğe iner veya yatakhaneye çıkarken okunuyordu.

O, ders notundan çok şiir karalamalarıyla dolmuş sarı yapraklı defter açılınca, Cahit’i, bilhassa o zaman, hiç rahatsız etmeye çalışıyordum. O, yazıyor, çiziyor: bazen, hava elverişliyse, sınıfın yüksek pencerelerinden en sağdakinin içine çıkıp (son sınıf öğrencileri olduğumuzdan, muallim muavinimiz bizleri sık sık yalnız bırakmaktan çekinmiyor, sonra, koridor pencerelerinden bakılacak olsa bile, bu en sağdaki pencerenin içi görülemiyordu) “olgun meyve halinde sallanan yıldızlar”ı arıyor, yıldızlara dalarak ilhamını tazeliyordu. Son mütalaa da nihayete erip yatakhaneye çıktıktan biraz sonra, Cahit’i herkesten önce, yatağına girmiş, yorganı başına çekmiş görüyordum. Belki, “Ömrümde Sükût”taki “Yatak” şiirini tasarlıyordu:

Her gün aynı sabırla dönüşünü bekllyen
Yatağının açılmış kollarına koş çabuk.
(…)
Pek zalim bir gündüzün hâtırasından ırak.


Evet, daha fazla okumaya hacet yok, bu “yatak”, yatılı okul yatağı, benim de, birkaç karyola ötedeki yatağımdı. Bu yatakta uykusuzluk, onun için, hep o ilk şiirlerinden, “Uykusuzluk”‘ şiirinin son mısraı:

Koynumda boşluğunu duyduğum bir kadındır oluyor; sonra, uyuyabilmek için, belki, deminki,

Tavan, bir anne gibl, eğilmiş üzerime,
Duvarlar, etrafımda kardeşlerim gibidir,
mısralarını tekrarlıyor ve “Odamda Sükût”, nefeslerimizin biribirine karıştığı yatakhanede, daha uygun bir adla, yatakhanede sükût oluyordu.


Ya dersler ne oluyordu? Varlık’ta çıkmış bir konuşmada da işaret etmiş olduğu gibi, “liseden itibaren riyaziye, fizik, kimya, tabiat bilgisi” Cahit’i “sıkmaya başlamıştı”. Ama o, daha ekini belli etmemiş, hele riyaziyeden, benim gibi, ipliği pazara çıkmamıştı. Ders konusunda her zamanki iyimserliği ve kendine güveniyle; dersten, imtihandan yana yılgın, canı yanık olan bana cesaret, ümit vermeye çalışır, “göreceksin, Ziya, nasıl geçeceğiz” der, yazılı imtihanlarda kopya vermeyi vadeder ve o kopyayı ne yapıp edip gönderirdi. Ama ben, elime, ya elden ele ulaşan, ya önüme düşen muska gibi küçücük kağıt parçasındaki problem çözümünün mutlaka yanlış olduğunu, ne kadar iyi niyetli olsa da, canım kardeşimin iyi bir riyaziyeci olmadığını bilirdim. Problemi, bütün arkadaşlar arasında, doğruya en uzak olmasına karşılık en orijinal tarzda halledenler, biz ikimiz olmamak, böylece öğretmenin dikkatini üzerimize çekip ikimizden biri kopyacı durumuna düşmemek için, “feuille blanche” vermeyi tercih eder; bu hareketimle, öğretmenimizi birtakım saçmalar okumaktan kurtardığımı sanırken, aksine, kızdırmış olurdum. Cahit ise, “Lui, au moins il a essayé” olurdu hep.

Karatahtada da, güya aynı filmin sözlüsü oynanır, ben verilen cebir muadelesini çözemeyeceğimi kesin olarak belirtip yerime bir an önce dönmek isterken, Cahit, kısmen hocanın yardımı, kısmen ön sıra arkadaşlarının fısıldamalarıyla, ama en çok o azmiyle muadelenin hakkından geliverirdi. El yazısı uzmanı değilim ama, o azmi, ta o zamanlardaki el yazılarında görüldüğü kadar, son yazdığı yazılardan da bellidir sanırım. Kalemi nasıl bir aşkla, nasıl bir şevkle tuttuğu, Fransız Lisesinde alıştığı o Fransız “calligraphie”siyle, her kelimenin hakkını vererek, ucu nasıl bastıra bastıra yazdığı, her yazısından bellidir. O sağ elin kalem tutamaz, kıpırdayamaz hale gelinceye kadar yazdığı, mektep vazifesi, daire vazifesi, mektup, şiir, her yazıdan, attığı her imzadan…

Bütün verdiklerinden başka, bana Cahit gibi, Yaşar gibi, iki paha biçilmez arkadaş vermiş, damarlarımızı kanımızdan başka ne akıtarak bizi birbirimize bağlamış, bir kelimeyle, bizi Galatasaraylı etmiş o ocağa ait her şeyi saklamak merakımla, eski ders kitaplarımdan, defterlerimden (bir zamanki talebe sandığının defterleri) bir kısmını olsun saklayabilmişim. Epey oluyor, o defterleri daha muhafazalı bir yere koymaya çalışırken, birinin içinden, Cahit’in bir vazifesi düşmüştü. Arkadaşlığımızın senli benliliğiyle, benim defterin arasına girip orada saklanıp kalmıştı bu zamana kadar; en üstünde, sıramızın hokkalarındaki mor mürekkepten mor pırıltılı numarasıyla; gayet intizamla çekilmiş, yan yana, ikiz kardeş gibi, iki tane bir; tepesi sanki fiyonk gibi bağlantılı, bir sıfır; ucu bir söğüt dalı gibi boyun eğmiş bir altı.

Cahit’in, Galatasaray’da dört yıl taşıdığı bu numarayı, artık kendinden sonrakilere bırakacağı gün yaklaşıyordu. Ama daha o yıl, numaralarımızı sahiden bırakıp bırakmayacağımızı kestiremiyorduk. Evet, son sınıfta, fen ve edebiyat (o zaman felsefe derdik) şubeleri olarak ikiye ayrılmıştık ve biz, tabii ki edebiyattaydık ama, yine o zamanki usule göre, bakalorya imtihanı geçirerek mezun olacağımızdan, son üç sınıfın, yani bütün lise derslerinden, o her sınıf geçişte unutuluveren derslerden sorumlu tutuluyorduk. Hele, hendesi, cebir, trigonometri ve kozmografyasıyla riyaziye, karşımıza, sıradağlar gibi dikiliyordu.

Riyaziyeden, yalnız bir kayıp vererek, nasıl, ne usulle geçtiğimizi, Cahit, Cumhuriyet gazetesinde çıkmış hikayelerinin sonuncularından birinde anlattığı ve ben ondan daha iyi anlatamayacağım için, burada, kısaca, o sıradağı da aşarak liseyi bitirdik diyeceğim. Yalnız, hatırlamışken, birkaç noktaya daha işaret edeyim: Son sınıflarda Cahit, yaşı, sınıfın ortalama yaş seviyesini aşmadığı halde, bilmem neden, Cahit ağabey diye çağırılır olmuştu. Sonra, ilerde, hayatında o kadar yer tutacak, belki, hayatına başka bir yön ve son verecek rakıya, içkiye alışmamıştı henüz. Yalnız sigara tiryakisiydi. Zayıf, sıhhatsiz görünüşlü Cahit’i üstelik öksürüklü eden bu alışkanlıktan kurtarmaya çalışıyordum. Hatta, işi o kadar ileri götürmüş olacağım ki, arkadaşımız Cihat Baban’ın “canım, bu çocuğa, niye bu kadar karışıyorsun!” deyişleri kulaklarımdan gitmemiş.

Geçen zamanla, düzeltilmesi gerekli şeyler de oluyor. İki de düzeltme yapacağım.

Önce Varlık’ta çıkıp sonra “Edebiyatçılarımız Konuşuyor” kitabına da alınmış bulunan bir konuşmada, Cahit’e ait bir hatıramı, onun, lisenin arkasındaki çiçek bahçesinin gittikçe dikleşen duvarlarından, aşağıdaki caddeye inişini anlatmış, burada bir daha yazmak istemediğim bu hatıramı anlatırken, bir yerde şöyle demiştim: “Meyilli başlayan duvar, sokağa yaklaştıkça dikleşiyor, nihayet dümdüz bitiyordu. Cahit, duvarın en dik, artık ne yapılırsa yapılsın, otura otura inilemeyecek kısmına gelmişti. Aşağı atladığını, sonra doğrulduğunu gördük.” Birkaç yıl oluyor belki, oradan taksiyle geçerken dikkat ettim, duvarın o dümdüz, o en dik kısmı kalmamış; birtakım moloz, kum vs., yapı malzemesi yığmışlar oraya.

Sonra, yine o konuşmadaki, “Refet’e izcilerin oymak beyi olduğu için yüzbaşı derdik, şimdi Hariciyeye geçtiğinden çoktandır göremiyorum” cümlesinde ufak bir düzeltme yapmam, “Hariciyeye geçtiğinden çoktandır göremiyorum” yerine “öldüğünden ebediyen göremeyeceğim” demem lazım.

Rahmetli Refet Oymak’ın, Galatasaray, 1931 mezunlarının, geleneğe uyarak, Lisenin iç kapısı önünde, grup halinde çektirdikleri büyük fotoğrafta, nerede, nasıl durduğunu – ne yazık ki, o fotoğraftan bende olmadığından – yazamayacağım. Yalnız, rahmetli Cahit Sıtkı Tarancı, uzun boylu olmadığı için, önümde bir sıra halinde dizili iskemlelere oturtulmuşlar arasındaydı.
GALATASARAY LİSESİNDEN SONRA

Galatasaray Lisesi’ni bitirdikten sonra, Cahit, o zamanlar İstanbul’da, Yıldız’daki Mülkiye Mektebi’ne girmişti. Mektep yatılı ve üstelik Cahit daimi yatılıydı ama, talebeler, biten derslerle başlayacak mütalaa arasında birkaç saat serbest bırakıldığından, arkadaşımı, istediğim akşamüstü, yeni mektebine görmeye gidebiliyordum. Bahçede, çimenlere uzanıveriyorduk. Bana, her seferinde de, yeni şiirlerini okuyordu.

Galatasaray sıralarında yazdığı şiirlerde belirli bir sınırın ötesine bir türlü geçememiş, zoraki diyebileceğim bir kötümserlik yüzünden – kız kardeşlerinden, çok sevdiğini söylediği Nihal’e yazdığı ve yanılmıyorsam yayınlanmamış bir manzum mektup dışında – tam manasıyla samimi olamamış, yapmacıklı kalmış Cahit, Mülkiye bahçesinin çimenleri üstünde baş başa geçen bu saatlerimizde, görüyordum ki, Baudelaire’in yardımıyla da olsa, yavaş yavaş kendini buluyor, dert veya sevinç ne duyarsa duysun, her şeyden önce samimi görünüyor, sanatı kıvama ereceğe benziyordu.

Evet, Cahit’le bir arada geçen zamanımız artık günler olmaktan çıkıp bu buluşma saatlerinden ibaret kalmış olsa bile, bu birkaç saatte bütün bir haftanın şiir ve arkadaşlık alışverişini yapıveriyorduk ki, ondan her ayrılışımda, kendimi yeni bir heyecan, yeni bir imanla dolmuş duyabiliyordum. Rahmetli arkadaşım, o bitmez tükenmez, tanıyabildiğim şairlerin hiçbirinde o kadar taşkın görmediğim şiir aşkından, şair ruhundan, bana da – ne diyeyim bilmem ki, ancak Arapça bir kelimeyle anlatabileceğim – nefhediyordu adeta.

İşte, Cahit, şöhretini ilk sağlayacak şiirlerinden, “Uzak Bir İklimde”, “Gece bir Neticedir” gibi birkaç tanesini, böyle buluşmalarımızdan birinde okumuştu. O şiirleri okumuş, benim de beğendiğimi, çok beğendiğimi gördükten sonra, onlara, başka şiirleriyle birlikte – ne yazık ki, Cahit’in ruhunu incitmekten korktuğum için artık adını anamayacağım – tanınmış bir romancıya, düşüncelerini öğrenmek üzere göndermiş bulunduğunu söylemişti.

(…)

Ziya’ya Mektuplar, S. 3 – 13

Ziya Osman Saba