1. Ezelden şâh-i aşkın bende-i fermânıyüz cânâ
Muhabbet mülkünün sultân-i âlî-şânıyüz cânâ
2. Sehâb-i lütfün âbm teşne-dillerden dirîğ^etme
Bu deştin bağrı yanmış lâle-i Nu’mânıyüz cânâ
3. Zamâne bizde gevher sezdiğiyçün dil- hırâş^eyler
Anınçün bağrımız hundur maârif kânıyüz cânâ
4. Mükedder kılmasun gerd-i küdûret ceşme-i cânı
Bilirsin âb-i ru-yi milket-i Osmâniyüz câna
5. Cihânı câm-i nazmım şi’r-i Bâkî gibi devreyler
Bu bezmin şimdi biz de Câmi-i devrânıyüz cânâ
Günümüz Türkçesi:
1. Ey sevgili! tâ ezelden beri aşk padişahının emir kuluyuz.
Bu yüzden de sevgi ülkesinin ünlü sultanıyız.
2. Lütuf bulutunun suyunu yüreği susuzlukla kavrulanlardan esirgeme; biz bu çölün (aşk çölünün) bağrı yanmış gelinciğiyiz.
3. Felek bizde cevher bulunduğunu sezdiği için kalbimizi delik deşik ediyor ki o cevheri çıkarsın; bağrımızın kan içinde
kalması, ilim ve irfan ocağı olmamızdan dolayıdır.
4. Gam tozu can pınarını bulandırmasın; bilirsin ki, biz Osmanlı ülkesinin yüzsuyuyuz.
5. Sarhoş edici bir şaraba benziyan nazmımın kadehi, ölmez bir şiir gibi cihanı dolaşır; şimdi biz de devrimizin Camfsiyiz.
Bâki
İzahlar:
1. Şâh-i aşk: (f. is. t.) Aşk padişahı.
Bende-i fermân : (f. is. t.) Ferman diriliyen köle; emir kulu.
Alî-şân: (f. st.) Şanı yüksek; pek ünlü.
Sultân-i âlî-şân: (f. s. t.) Ünlü, şânı yüce sultan.
Cânâ kelimesi, can, ismiyle farsça â ünleminden mürekkep tir; ey can! ey sevgili! demektir.
Bu beytin iki mısraının manaları arasında güzel bir tezad vardır: şair, kendini birinci mısrada köle, ikinci mısrada ise sultan yapıyor. Köle ve sultan kelimeleri manaca biribirinin aksidir. Fakat, kibir ve gururu, bir tarafa atarak temiz bir gönülle aşk sultanına kul köle olan kimsenin kadri ve itibarı o kadar yükselir ki hakikaten muhabbet diyarının şan ve şerefi yüksek bir sultanı olmuş olur.
Tezâd; herhangibir maksadı ifade ederken, manaları arasın da zıtlık bulunan veya manaca biribirinin karşılığı olan kelime leri yan yana, yahut biribirine yakın olarak kullanmak san’ati- dir.
2. Sehâb-i lûtf: (f. is. t.) Lütuf bulutu.
Sehâb-i lûtfun âbın; lütuf bulutunun âbını, yani, suyunu demektir. Sehâb-i lûtf terkibi bir tamlayan gibi alınmış ve âb kelimesi de ona tamlanan olarak verilmek suretiyle yeniden türkçe bir isim tamlaması yapılmıştır.
Teşne-dil: (f. st.) Gönlü susamış; kalbi yanık.
Diriğ etmek; esirgemek demektir. Eski eserlerimizde bazan diriğâ ve ey diriğ şekillerine de giren diriğ kelimesi, yazık! manasında bir nida olarak da kullanılırdı.
Lâle-i Nu’mân : (f. is. t.) Lâle çeşitlerinden biri; dağ şakayıkı denilen çiçek.
Lâle çeşitleri arasında, lâle-i duhteri ve âzergûlı da denilen lâle-i Nu’mân, yahut, arapça adıyla şekâyikunnu’mâniye; kenarları çok kırmızı, ortası kara olan nevidir ki bunun bizim bildiğimiz gelincik olduğunu da söylerler. Şakayıkm, yahut lâlenin Nu’mâna izâfe edilmesi, bu isimde bir hükümdarın bu çiçeği çok sevip yetiştirmesinden dolayıdır.
Bu beyitte, muhtelif kelimeler arasındaki münasebetleri göz önüne alınca, beytin manasını daha iyi kavramak mümkün olur: evvelâ, şair, aşk ateşiyle yanmış olan gönlüyle kendisini kırmızı bir lâleye benzetiyor. Sevgilisinin lûtfunu da bir buluta benzet tikten sonra o buluttan susuz lâleye, yani bağrına rahmet istiyor.
Sehâb, âb, teşne, deşt, bağrı yanmış, lâle kelimeleri; dolayısıyle biribirlerini hatırlatan, manaca münasebetli olan kelimelerdir.
3. Dil-hırâş: (f. st.) Gönül tırmalıyan; kalbi tırmalanmış, yaralanmış.
Kân; maden ocağı, maden kuyusu demektir.
Elmasın yer altında bulunduğu ve onu elde etmek için toprağı kazıp ocaklar, kuyular açmak lâzım geldiği malûmdur. Bu beyitte şair de bağrını bir maden ocağına, ilim ve irfanını ise bu ocaktaki cevhere benzettikten sonra, bu yüzden devrin zulmüne uğradığını, kıymet bilmiyenlerin kendisini çekememesi dolayısıyle bağrının kan içinde kaldığını anlatıyor ve bu suretle bağrının kan içinde kalmasına gösterdiği sebeple de hüsnü ta’lîl yapmış oluyor.
4. Gerd-i küdûret: (f. is. t.) Gam, kederlilik tozu.
Çeşme-i cân : (f. is. t.)' Can pınarı.
Ab-i rû: (f. is. t.) Yüzsuyu, yüzaklığı, şeref, haysiyet. Bu terkibin Türkçemizde tam karşılığı olan yüzsuyu tabirinin şeref, haysiyet manasında kullanıldığına misaller: Filânın yüzü suyu için, şerefi için, haysiyeti namına demektir. Abırû dökmek, yahut yüzsuyu dökmek, haysiyetten fedakârlık ederek yalvar mak demektir.
Mülket-i Osmânî: (f. s. t.) Osmanlı ülkesi.
Ab-i rû-yi mülket-i Osmânî: (f. is. t.) Osmanlı ülkesinin yüzsuyu, şerefi.
Osmanî kelimesinin son hecesi bu mısrada zihâflı kullanıl mıştır.
Çeşme-i cân terkibindeki çeşme kelimesiyle âb-i rûdaki âb arasında mana münasebeti bulunduğuna dikkat etmek lâzımdır.
Osmanlı imparatorluğunun en kudretli zamanı olan XVI nci asırda yetişen ve meliküşşuarâ (şairlerin sultanı) sayılan Bâki için Kânûnî Süleyman: “Devrimde Bâkînin yetişmiş olmasıyle iftihar ederim.” demiştir. Gerek Kanuni devrinde, gerek ondan sonraki padişahlar zamanında takdir edilmesine güvenen Bâkî nin bu beyitte azametli bir öğünmesini buluyoruz; koca şair kederi kendine yakıştıramıyor,kendinin kederli oluşunu impara torluğun şerefiyle uygun bulmuyor.
Bâkî Dîvanındaki müfretler arasında bulunan bir beytinde, meiküşşuarâ diye tanınmış olmasını kastederek: “Bu devirde söz ülkesinin padişahı benim.” diyen, kaside ve gazel yazmanın kendisine vergi olduğunu söyliyen bu mağrur şairin meşhur öğünmelerinden biri de bir gazelinin sonunda bulunan şu beyittir:
Meddâh olalı çeşm-i gazâlânma Bâkî
Öğrendi gazel tarzını Rûmun şuarâsı
Manası: Baki onun ahu gözlerini methetmeğe, onlar için şiir yazmağa başlıyalı beri, Osmanlı şairleri gazel tarzının ne olduğu nu, gazelin nasıl yazılacağını öğrendiler.
Rûm, diyâr-i Rûm, iklîm-i Rûm; eskiden Osmanlı imparatorluğu arazisi ve hassaten Anadolu yerine kullanılan tâbirlerdi.
5. Câm-i nazm: (f. is. t.) Nazım kadehi. Câm ile nazm arasındaki münasebet, nazmın, kadehin içindeki şarap gibi insanı sarhoş eden bir tesire sahip olmasındadır.
Şi’r-i bâkî: (f. s. t.) Bâkî kalan şiir. Bu terkibin sıfatı olan bâkî kelimesi şairin ismine de delâlet ettiği için kullanılışı tevriyelidir.
Şairin bu beyitteki bezm kelimesine, üst mısradaki câm-i nazm terkibinin delâletiyle, lügat manasından daha geniş bir mana verdiği görülüyor. Buradaki bezm, o devrin irfan ve edebiyat âlemi manasındadır.
Câmî (Molla Câmî); XV inci asrın meşhur İran şairlerinden dir.
Câmî-i devrân: (f. is. t.) Devrin, zamanın Camî'si
Câmî kelimesinin son hecesi de, vezin zaruretiyle uzatılma dığı için zihaflıdır.
Bu beyitteki, câm, bezm, devr, devrân kelimeleri arasında ki mana münasebetleriyle câm ve Câmî kelimeleri arasındaki şekil benzerliğine de dikkat etmek lâzımdır.
Divan Edebiyatı şairleri, İran edebiyatını örnek addettikleri için, büyük İran sairlerini üstat tanımışlar ve öğünmek istedikle ri zaman daima kendilerini onlarla mukayese etmişlerdir. Bu beyitte Bâkî de kendini Câmî ayarında tutarak öğünüyor. İstanbul, şarkın en büyük irfan merkezi haline gelince, İran edebiyatının ve şairlerinin böyle üstün tutulması keyfiyetinin zaman zaman aksül’ameller uyandırdığına da şahit oluyoruz. Takdir edilebilmek için ya Arabistandan, ya İrandan gelmek icap ettiğini acı bir tarizle söyliyen Divan şairleri çıktığ gibi, itibar görmek kaygısıyle kendisine yabancı süsü veren sahtekârlara da tesadüf olunmuştur.
Halis bir İstanbul çocuğu olan ve bir kasidesinin başında, İstanbulu, onun bir taşını baştan başa İrana değişmiyecek kadar çok sevdiğini gösteren XVIII inci asrın meşhur şairi Nedim de bir gazelinde:
İran zemine tuhfemiz olsun bu nev gazel
İrgürsün Isfahâna Sitanbul diyârını
diyerek, yabancı bir kültürün asırlarca devam eden tesirine karşı millî vicdan ve irfanının aksül’amelini meydana koymuştur.